Breaking News
Loading...

Info Post
GÖKSEL ÖZKÖYLÜ - CNN TÜRK 

Türk siyaseti, Recep Tayyip Erdoğan ismiyle 27 Mart 1994'te tanıştı. Bu tarih, aynı zamanda Refah Partisi'nin altın çağını yaşadığı 1994 seçimleri... Refah Partisi, İstanbul ve Ankara'nın da içinde bulunduğu 5 büyükşehir ve 26 ilin belediye başkanlığını kazanmıştı ama en önemlisi İstanbul Büyükşehir Belediye Belediye Başkan adayı Recep Tayyip Erdoğan'ın sahneye çıkması oldu. Milli görüş tabanının yakından tanıdığı bu isim, İstanbul ve Türkiye için yeni bir yüzdü...

Recep Tayyip Erdoğan, Necmettin Erbakan'ın muhalefetine rağmen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na aday olmuş, ANAP 'ın adayı İlhan Kesici ve SHP'nin adayı Zülfü Livaneli'yi geride bırakarak kentin yüzde 26'sının desteğini arkasına almayı başarmıştı. Bu şaşırtıcı sonuç, milli görüş cephesi için bir zaferdi belki ama İstanbul'da tercihini Erdoğan'dan yana kullanmayan yüzde 74'lük kesim, 28 Mart günü Erdoğan'ın ne yapacağı konusunda tedirgin bir sabaha uyandı.

İMAM HATİP'İN EN AKTİF ÖĞRENCİSİ
40 yaşında belediye başkanlık koltuğuna oturan Erdoğan cephesinden bakıldığında ise 94 seçimleri yıllar süren siyasi çabanın sonunda hak edilen bir ödüldü... İstanbullu'nun karşısına çekirdekten yetişme "milli görüşçü", dindar, muhafazakar bir kimlikle çıkan Erdoğan, yıllar sonra bu özelliklerini sadece bir marka olarak nitelendirdi. Oysa o, ilkokul yıllarında bile bu markanın damgasını vurduğu bir yaşam sürüyordu.

Piyalepaşa İlkokulu'nun 1074 numaralı öğrencisi Recep Tayyip Erdoğan, daha o yıllarda okul müdürü İhsan Aksoy'un dikkatini çekmişti. Öyle ki Erdoğan, Aksoy'un da yönlendirmesiyle, ilkokuldan sonraki eğitimini İstanbul İmam Hatip Lisesi'nde sürdürdü.

İstanbul İmam Hatip Lisesi'nde yatılı geçen yıllar, Erdoğan'ın geleceğini belirleyecek tohumları da yeşerten bir dönem oldu... Erdoğan, o dönemin "Şirket-i Hayriye"si günümüzün Denizyolları'nda kaptanlık yapan "Reis Kaptan" yani baba Ahmet Erdoğan'ın itirazına rağmen, yıllar boyu peşinde koştuğu meşin yuvarlakla da burada tanıştı, Milli Türk Talebe Birliği'yle de... Hatta yıllar sonra Siirt'te siyasi kaderini değiştiren 'şiir' tutkusunun başladığı yıllar da yine imam hatipli yıllarına denk geliyor. Bu gün bile en sevdiği şairler olan Necip Fazıl Kısakürek ve Ziya Gökalp'in dizeleriyle de o yıllarda tanışan Erdoğan, İstanbul İmam Hatip'in daima en aktif öğrencilerinden biriydi... Erdoğan, o yılları şöyle anlatıyor:

"Futbola 13 - 14 yaşında başladım ama 15 yaşında lisansiyer oldum. Lisansiyer olduktan sonra futbol yaşamım devam ederken okuduğum okulda da liseler arası yarışmalara katılıyordum. Yani şiir okuma yarışmalarından tutun münazaralara kadar her alanda aktiftim. O zaman İstanbul'da bir tane İmam Hatip okulu vardı, İstanbul İmam Hatip, orada okuyordum. Aynı zamanda liseler arasındaki bütün atletizm yarışmaları, voleybol yarışmaları bunlarda yine okulumun o tür etkinlikleri içinde de bizzat görev alan öğrencilerden bir tanesiydim. Yani bu tür bir aktif hayatım vardı okul yaşamımda. Yine daha lise kısmına girmemiştim ki lise 1'de olacağım, o sırada ilk lisansiyer olduğum yıl oldu, cami altında orada amatör futbola başladım, aynı yıl İstanbul genç karmaya seçildim. Bununla birlikte başlayan bir süreç ve bu süreç içinde sosyal aktivitelerin içinde bulunuyordum."

ÇOCUKLUK ARKADAŞLARIYLA SİYASET YAPIYOR
İmam Hatip ve Milli Türk Talebe Birliği yıllarından Erdoğan'a kalanlar bununla da sınırlı değil. Erdoğan, gelecekte aynı kaderi paylaşacağı, hatta bir kısmı bugün AKP'li milletvekilleri arasındaki yerini alan pek çok isimle de aynı yıllarda tanıştı: 

Abdullah Gül, Mehmet Ali Şahin, Hasan Hüseyin Ceylan, Yahya Baş, Sarıyer Eski Belediye Başkanı Yusuf Tülün... ki bu isimlerin bazıları, daha sonra kurulacak AKP'nin çekirdek kadrosunu da oluşturdu...

1973 yılı, Erdoğan'ın siyasi yaşamında açılan yepyeni bir sayfanın da başlangıcı oldu. Erdoğan, İmam Hatip Lisesi'ni bitirmiş, İstanbul İktisadi ve Ticari Bilimler Akademisi'ne başlamıştı. Milli Selamet Partisi'ne üye olmasının ardından siyasi yaşamdaki merdivenleri de büyük bir hızla tırmanmaya başladı. İmam Hatip Lisesi'ni bitirmesiyle birlikte Milli Selamet Partisi'ne kaydolan Erdoğan, 18 yaşından itibaren siyasi basamakları da birer ikişer tırmanmaya başladı: 

"O okuldaki dönemimdi okuldaki dönemimden sonra üniversiteye başladığım süreçle birlikte de o zaman Milli Selamet Partisi'yle başladı, Milli Selamet Partisi Beyoğlu Gençlik Teşkilatı'yla başladım. Orada gençlik kolu başkanıydım, aklımda kaldığı kadarıyla 1976 veya 1977 yıllarında İstanbul Gençlik Kolları Başkanı oldum. Bu süreç 12 Eylül'e kadar devam etti." 

12 EYLÜL'Ü SIKINTISIZ ATLATTI
Erdoğan üniversiteyi, 1980'de yani 12 Eylül'de bitirdi. Bu tarihe kadar bir yandan futbol oynarken diğer yandan da Milli Selamet Partisi'nin İstanbul Gençlik Kolu başkanlığını yürütüyordu. Erdoğan ve çevresindekiler bu dönemi sorunsuz atlattılar ama 12 Eylül herkes gibi Erdoğan'ın da siyasi yaşamını kesintiye uğrattı. Erdoğan, o dönemi sıkıntısız atlatmaktan gururlu:

"12 Eylül gençlik kolları başkanı olduğum dönem. Tabi üniversite öğrencisi olduğum dönem, üniversitelerde sıkıntıların olduğu dönem, bizim de il başkanı olarak gençlik kolları başkanı olarak özellikle sorumlusu olduğum gençliğimi bu anarşinin içinde bulundurmamak ve onları oradan çekebilmek ve hamd ediyorum ki İstanbul'da benim gençlik kollarımda görev yapan arkadaşlarımın hiçbiri bu olayların içinde bulunmamış ve bu anarşik eylemlerden dolayı da ne ilde ne ilçelerde böyle bir sıkıntı yaşamadık."

Erdoğan, siyasi yasakların sona ermesiyle birlikte, kapatılan Milli Selamet Partisi'nin yerine kurulan Refah Partisi'nin ön saflarındaki yerini aldı. İstanbul'da önce Beyoğlu İlçe Başkanı, ardından 1985 yılında da İstanbul İl Başkanı ve partisinin merkez karar ve yönetim kurulu üyesi oldu. Ancak o, çok daha fazlasını istiyor, bunun için de canla başla çalışıyordu:

"İstanbul'da, 12 Eylül'den sonra Refah Partisi'nin önce Beyoğlu İlçe Başkanı, daha sonra 1985 yılında İstanbul İl Başkanı oldum. Bu arada il başkanı olurken Merkez Karar ve Yönetim Kurulu üyeliğini de beraber yürütüyordum. Bu süreçte yine 1986'daki ara seçimde milletvekili adayı, 1989'da da Beyoğlu Belediye Başkan adayı oldum. Başkan adayı olduğum zaman bir önceki seçimde yüzde 4.1 gibi oyumuz varken, belediye seçiminde yüzde 21.7 gibi bir oyla Beyoğlu'nda çıktık 89 seçiminde."

MİLLİ GÖRÜŞ ÇİZGİSİNE TERS DÜŞEN UYGULAMALAR 
Refah Partisi'nin oy oranındaki hızlı artışta, Erdoğan'ın "milli görüş" çizgisine taban tabana zıt düşecek atılımların payı da vardı. Erdoğan, parti içinden gelen eleştirileri de göğüsleyerek 1994 seçimlerinde onu belediye başkanlığı koltuğuna oturtacak çalışmaları başlatmıştı... Refah Partisi, Erdoğan ile birlikte daha önce görmediği, ancak sonraki seçimlerde teşkilatın tamamının benimseyip kullanacağı bir çalışma yöntemini hayata geçiriyordu. Erdoğan, bu dönemin yeniliklerini şöyle anlatıyor:

"Bir defa ilk yenilik, bizim partimizde kadınların ilk defa Beyoğlu seçimlerinde aktif siyasetin içinde yer almalarıydı. O çok anlamlıydı ve bizimle beraber çok ciddi bir çalışma yaptılar. beraberce bu çalışmayı yaptık. 

Kılık kıyafet konusunda da yenilikler oldu değil mi?
Tabi tabi yani o noktada bir defa siyaseti halkın tamamen kabullenebileceği ve halkıyla bütünleşebilecek onunla herhangi bir ayrışma ve bir gerilim noktası oluşturmayacak şekilde adımlar atıldı. Beyoğlu'nun İstiklal Caddesi'ndeki tüm meyhanelerine varıncaya kadar girdik dolaştık.

Bu yenilik atağınızla ilgili olarak hiç tepki aldınız mı o dönemde, çünkü kravat takılması gibi istekleriniz de olmuştu o dönemde...

Tabi şekil ve kalıba takılan bir çok arkadaşlarımız vardı o dönemde ve biz bu arkadaşlarımıza da hep bunu anlatmaya gayret ettik. Bizim RP olarak -o dönemde- şekille kalıpla uğraşmamamız gerekir diyorduk. Şu anda toplumun kabullendiği neyse bizim bunu uygulamamız gerekir. Yani İstanbul'daki bir tarzı bizim kalkıp zorla dayatarak değiştirmek gibi bir gayretimiz olamaz. Hele hele bir siyasi partinin yönetiminde olanlar böyle bir gayretin içerisine girmemelidir. Ama bakın bugün Erzurum'a gittiğiniz zaman Erzurum'da da farklı bir giyim tarzını bayanlarda görebiliyorsunuz. Onlara da niçin böyle giyiniyorsun bu tarzı değiştir demek de yanlış. Niye? O da bir zenginliktir. Geliyorsunuz Trakya'ya, Trakya'da da bakıyorsunuz ki hanımların kendilerine ait bir giyim tarzı var. Geçiyoruz Ege Bölgesi'ne bunları görüyoruz. Bunların hepsi bizim zenginliklerimiz. Ha bu geneli ilgilendiren tarzlar olmayabilir ama bunlar bizim için bir ayırım veya bir gerilim unsuru olmamalıdır. Bunlar tam aksine ülkemizin zenginlikleri olarak bizim kültürümüzün, bizim değerlerimizin geçmişten gelen zenginlikleri olarak ele alınmalıdır. Nitekim bunu folklorik olarak da görebiliriz. Böyle olmalıdır, böyle ele alınmalıdır diye arkadaşlarımıza anlatırdık. Nitekim tabi bunlarla belli mesafeler de almadık değil aldık. Neticesini de zaten gördük." 

KADINLAR MUTFAKTAN SOKAĞA
Erdoğan, kadınları mutfaktan sokağa taşıyan, erkeklere kravat taktıran ve onları meyhanelere bile sokan bu yeni çalışma biçimini hayata geçirirken, teşkilatın tepkisini de göğüslemek zorunda kalıyordu. Ancak tepkileri göğüslemeyi bildi... Bu çalışma Erdoğan'ı Beyoğlu Belediye Başkanlığı koltuğuna oturtmaya yetmedi belki ama parti içindeki yeri artık eskiye göre daha sağlamdı. 1991 genel seçimleri gelip çattığında Erdoğan adı da bir önceki seçimde baraja takılan partisinin, İstanbul'daki aday listeleri arasındaki yerini almıştı bile. O tarihte 37 yaşında olan Tayyip Erdoğan, partisinin MÇP ve IDP ile ittifak kurarak katıldığı ve yüzde 16 oy alarak çıkardığı 63 milletvekilinden biri oldu. 

Ancak il seçim Kurulu'ndan mazbatasını alarak Ankara'nın yolunu tutan Erdoğan, "tercihli oy sistemi"ne takıldı ve Ankara'dan eli boş döndü. Erdoğan ile aynı saflarda yer alan Mustafa Baş, Yüksek Seçim Kurulu'na itiraz etmiş ve tercih oylarıyla Erdoğan'ın önüne geçmişti. Erdoğan'ın milletvekilliği hayal kırıklığıyla son buldu. Erdoğan'ın 'hırs' olarak nitelediği bu durum, o yıllarda Erdoğan'ı çok etkilemişti. Refah Partisi o tarihte İstanbul'dan Hasan Mezarcı, Mustafa Baş, Ali Oğuz ve Mukadder Başeğmez'i Ankara'ya gönderirken, bu durumu etik olarak doğru bulmayan Erdoğan, kendisini yeni bir sürece hazırlamaya başladı. Taa üç yıl sonrasına. Erdoğan, 1994 yılındaki Belediye Başkanlık seçimlerine kadar geçen üç yılı iyi değerlendirdi ve 1994 yılı geldiğinde bu kez Belediye Başkanlığı'na adaylığını koydu. Ancak, Erdoğan ismini Necmettin Erbakan'a kabul ettirmek kolay olmadı. Adaylar arasında yalnız Erdoğan'ın değil; Nevzat Yalçıntaş, Temel Karamollaoğlu ve en önemlisi Ali Coşkun'un da adı geçiyordu. ANAP'tan Refah Partisi'ne katılma hazırlığındaki, Korkut Özal, Cemil Çiçek, Abdülkadir Aksu ve Ali Coşkun'dan oluşan dörtlü, partiye katılmak için, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na Ali Coşkun'un aday olmasını şart koşmuştu. Üstelik Necmettin Erbakan bu koşula sıcak bakıyordu. Parti içi engelleri aşan Erdoğan, kısa sürede kendisini hummalı bir seçim hazırlığının içinde buldu. Üstelik bu kez geçmişteki deneyimleri de ona ışık tutacaktı. Başörtülü kadınlar yeniden sahnedeki yerlerini aldılar. İstanbul'da çalmadık kapı bırakmıyorlardı. Kadınlar ev ev, kravatlı takım elbiseli gençler ise bar meyhane demeden kapı kapı dolaşıp oy istiyordu. Erdoğan İstanbullu seçmene, Taksim Meydanı'na cami yapmaktan, genelevleri kapatmaya kadar pek çok vaatde bulunuyordu. Ve seçim günü gelip çattı. 

O gün ilk sonuçlar İstanbul'un merkez semtlerinden gelmeye başladı. Buna göre ANAP önde gidiyordu. Ancak gecekondu bölgelerindeki sandıklar açıldıkça seçimin galibinin, oyların yüzde 26'sını alan Recep Tayyip Erdoğan olduğu anlaşıldı. Refah Partisi 1994 seçimlerinde İstanbul ve Ankara'nın da içinde olduğu beş büyükşehir ve 26 ilin belediye başkanlığını almıştı. 28 Mart sabahı İstanbul, yaşadığı şokun etkisindeydi... İstanbul'dan böyle bir sonuç beklemeyen Erbakan da Erdoğan ile birlikte zafer coşkusu yaşıyordu.

İSTANBUL ERDOĞAN'LA TANIŞIYOR

Ancak Erdoğan'ın belediyeyi devralmasıyla birlikte, İstanbul o güne dek görmediği uygulamalara tanık oldu. İlk büyük sorun belediye meclisinin açılışında patlak verdi. Erdoğan, meclisin ilk oturumunu geleneksel saygı duruşu yerine 'fatiha' okutarak açınca, muhalefetin sert tepkisiyle karşılaştı. Meclisin muhalif üyeleri bu davranışı, Erdoğan'a aldırmadan Atatürk için saygı duruşunda bulunup, İstiklal Marşı okuyarak cevapladılar. Tayyip Erdoğan, o gün hatırlatıldığında, "bence onlara takılmayalım onlar artık çok gerilerde kaldı, biz geleceği konuşursak bu noktada faydalı olur" diyor ama Erdoğan'ın tepki çeken uygulamaları sonraki günlerde de sürdü.

Erdoğan, Taksim Meydanı'na cami yaptıramadı ama kah İstanbul'un su sıkıntısını çözmek için "yağmur duası" çağrısında bulundu; kah önceden uygulanmayan yasakları uygulamaya soktu. Belediyeye ait tüm sosyal tesislere getirilen içki yasağı, mayolu ya da bikinili kadın fotoğraflarının belediyenin reklam panolarına asılmasına izin verilmemesi, belediyenin yemekhanesinde Ramazan'da yemek çıkmaması ve yine Ramazan'da çay ocaklarının dahi kapatılması Erdoğan dönemine ait yasaklı uygulamalardan bir kaçı.

Erdoğan, Hürriyet Gazetesi'nden Neşe Düzel'e verdiği bir röportajda "ben İstanbul'un imamıyım" derken, belediye başkanı olduktan iki yıl kadar sonra Milliyet Gazetesi'nden Nilgün Cerrahoğlu'na verdiği bir röportajda da "demokrasi amaç değil, araçtır" diyordu. Sonradan bu demeçleri yalanlasa da Erdoğan başkanlığı döneminde eleştiri oklarının hedefi olmaktan kurtulamıyordu. 

Öte yandan, Erdoğan'ın belediye başkanlığı döneminde ve sonrasında peşini bırakmayan davalar da birbiri ardına açılıyordu. Bu davalar içinde bugün bile Erdoğan'ın başını ağrıtanların başında, Albayraklar, "Akıllı Bilet" ve İGDAŞ soruşturmaları geliyor. Ama bu davalar bir yana, Siirt konuşması bir yana. Recep Tayyip Erdoğan'ın siyasi yaşamında bir dönüm noktası olan o gün, yıllar süren bir yargı sürecinin de başlangıcı oldu.

Siirt'te Tayyip Erdoğan'ın ağzından "minareler süngü, kubbeler miğfer, camiler kışlamız müminler asker" dizeleri döküldüğünde tarih 6 Aralık 1997'yi gösteriyordu. Bu dizelerin de içinde olduğu konuşma, televizyon ekranlarına yansıdığında, dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş da Refah Partisi'nin kapatılması davasının üzerinde çalışıyordu. Savaş'ın, harekete geçmesiyle, Erdoğan'ın yıllar sürecek 'yasaklı' yaşamını başlatan sürecin de düğmesine basıldı. Erdoğan, "halkı din ve dil farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik ettiği" gerekçesiyle TCK'nın 312'ye ikinci maddesi uyarınca yargılanıyordu. Erdoğan, bu duruma çok şaşırmıştı, çünkü o konuşmayı ilk kez yapmıyordu:

"Benim o okuduğum şiir ilk defa orada okuduğum bir şiir değildi. Taa öğrenciliğimden itibaren, belki de yüzlerce kez bu şiiri okudum; Taksim Meydanı'nda da okudum, yüz binlerce kişiye okudum. O zamanlar hiç bir şey olmadı... Niye? Bu şiir bir defa Ziya Gökalp'e ait bir şiir. Türk Standartları Enstitüsü'nün yayınladığı kitapta yerini almış, Milli Eğitim Bakanlığı, Talim Terbiye Yüksek Kurulu'nun tavsiyesi olan bir şiir. Konuşmanın zaten içeriğinde bütününü ele aldığınızda, orada bir din dil ırk ayrımcılığını değil tam aksine, bir bütünleştirmeyi görürsünüz. Öyle bir bütünleştirme ki o alanda Arabıyla Kürdüyle böyle bir topluluk var ve bu topluluk öyle bir mitingden sonra oradan kavgayla, gürültüyle ayrılmıyor. El ele omuz omuza ayrılıyor ve ben o kitleye "Bize Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı yetmez mi?" sorusunu sorduğum zaman, onlardan "yeter" diye cevap alıyorum. Adeta böyle bir karşılıklı görüşmeyle konuşmayla böyle bir ilgiyi uyandırıyoruz o meydanda ve oradan vatandaşlarımız el ele omuz omuza ayrılıyorlar. Yani ben takdir almam gereken bir yerden maalesef böyle bir neticeyle karşılaşıyorum." 

Erdoğan'ın Ziya Gökalp'e ait dediği, sonradan Cevat Örnek'in olduğu anlaşılan şiir nedeniyle; Diyarbakır DGM, 21 nisan 1998'de Erdoğan ile ilgili mahkumiyet kararı verdi. Erdoğan, bir yıl hapis ve 860 bin lira ağır para cezasına çarptırılmasının yanı sıra artık siyasetten de men edilmişti. 

Erdoğan, dört buçuk yıllık belediye başkanlığına nokta koyan bu kararı öğrendiğinde, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin İtfaiye Müzesi'nin açılışını yapıyordu. Karar, Erdoğan ve çevresinde şaşkınlık yarattı. 

"Tabi ben aslında böyle bir kararın geleceğini beklemiyordum. Tabi ilk önce bende olumsuz etkisi olmadı dersem yalan olur. Ama daha sonra tabi hemen buna alıştık, alışmaya mecburduk. Tabi bu bir kanuni süreçti bana göre, bir hukuki süreç değildi. Türkiye'de kanuni süreçlerle, hukuki süreçler birbirine karıştırılıyor. Ben hukuki noktada, hukukumu arama noktasında milletin mahşeri vicdanındaki yerimin nasıl korunduğunu o gün de gördüm, ondan sonra da gördüm bugün de görüyorum." 

"BİR TAYYİP GİDER BİN TAYYİP GELİR"
Erdoğan'ın deyimiyle "mahşeri vicdan" hemen o gün oluşmuştu. Kararın açıklanmasıyla birlikte Büyükşehir Belediye Başkanlık Binası'nın önü, bir kaç saat içinde tepkili bir kalabalığın gövde gösterisine sahne oldu. Bu tepki sonraki günlerde de sürdü. Ancak o günlerde Erdoğan için 4.5 yıl süren Belediye Başkanlığı'na veda etmek kadar önem taşıyan bir gelişme daha yaşandı. Veda günü, Erdoğan'ı yalnız bırakmayan Fazilet Partisi Genel Başkanı Recai Kutan'ın ağzından dökülen sözler, aslında bir yol ayrımının da habercisiydi. Kutan, Erdoğan'ı, "bir Tayyip gider, bin Tayyip gelir" sözleriyle uğurladı.

Bu sözler, "emanetçi başkan" olarak görülen Kutan'ın, göreve gelmesinden önceki gelişmelerin de cevabı gibiydi. Çünkü Erdoğan'ın Siirt davasının sürdüğü günlerde, Refah Partisi'nin kapatılması davası da açılmıştı; Erdoğan'ın ismi de, hakkındaki davaya rağmen yeni kurulacak partinin başına geçecek en güçlü adaylar arasındaydı. Toplantılarda artık genel başkandan daha çok ilgi gören hatta Kutan ile birlikte katıldığı toplantılarda, Kutan'a rağmen "Başbakan Erdoğan" sloganlarıyla karşılanan Erdoğan, karşısında yine Necmettin Erbakan'ı buldu. Kulislerde, Erdoğan'ın hızlı yükselişinin, partinin üst kademelerinde tedirginlik yarattığı konuşuluyor; Erbakan, Recep Tayyip Erdoğan'ın başkanlığına sıcak bakmıyordu... 

Erdoğan'ın yargılanma süreci devam ederken, 16 Ocak 1998'de Refah Partisi de "laiklik karşıtı eylemlerin odağı" olduğu gerekçesiyle kapatıldı. İşte o gün Ankara Büyükşehir Belediyesi'nin, ASKİ Sosyal Tesisleri, tarihi bir toplantıya tanık oldu. 

Başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere, bugün çoğu AKP çatısı altında bulunan milletvekilleri, o gece partinin başına gelecek ismin "Recep Tayyip Erdoğan" olması gerektiğini dile getirdi. Hedef, 18 Nisan 1999 seçimlerinde oy oranı yüzde 21'den yüzde 16'ya gerileyen Refah Partisi'ni yeniden diriltmekti. Bunun için yalnız emanetçi bir başkan yerine gerçek bir lider değil, yepyeni politikalar da gerekiyordu. "Parti içi demokrasi" ve "Müslüman demokrat bir kitle partısi"ni hayata geçirecek taze kana ihtiyaç vardı. Ancak bu atılım da Erbakan engeline takıldı. 

Cephenin bir yanında Erdoğan'ın liderliği tartışıladursun, karardan bir ay önce kurulan Fazilet Partisi'nin başına önce İsmail Alptekin, ardından da Recai Kutan getirildi. Erbakan, Şevket Kazan ve Ahmet Tekdal'ın da siyasetten men edildiği karar sonrası, Erdoğan'ın yeni kurulacak partinin başına geçmesi ihtimali de suya düşmüştü. Erdoğan ve çevresi ile milli görüş çizgisi artık giderek ayrılıyordu... Öyle ki Erdoğan, 26 Mart 1999 yılında cezasını çekmek üzere Pınarhisar Cezaevi'nin yolunu tutarken, tarafların aksi yöndeki demeçlerine karşın, Fazilet Partisi'nde artık "ak saçlılar" ya da "gelenekçiler" ile Erdoğan'ın temsil ettiği kanattaki "yenilikçiler" arasındaki gerilim çoktan tırmanmıştı.Üstelik Erdoğan'ı cezaevine yolcu eden kalabalık, aslında yıllar sonra kurulacak partinin kat edeceği mesafenin de habercisiydi. 

YENİ PARTİ PINARHİSAR'DA KURULUYOR
Erdoğan cezaevindeyken, yeni parti kurma hazırlıkları da başladı. Cezaevinde bir yandan yurdun dört bir yanından kendisine gelen destek mektuplarını tek tek cevaplayan Erdoğan, bir yandan da Türkiye'nin yakın siyasi tarihini incelemeye başladı. Ancak o günleri anlatan Erdoğan'ın dikkat çektiği en önemli noktalardan biri gelecekte kurulacak partinin ön hazırlıklarının da artık başladığıydı...

"Tabi bizim gelecekle ilgili yapacağımız bir fikri altyapı çalışmasına yönelik bazı çalışmalar yaptım. Bu çalışmaların içerisinde tüzüktü, programdı, ve değişik siyasi partilerin tüzüklerini yurt içinde yurt dışında bunları inceleme fırsatı buldum.

Model aldığınız bir şey oldu mu? 

Bunlardan tabi kısmen istifade ettik. hepsini model almaya da gerek yok. Biz kendi modelimizi kendimiz üretebiliyorsak zaten bir neticeye varır. Örneğin bir muhafazakar demokrat anlayış yapısı filan bunlar hep buradan gelen şeyler. Ve bu konudaki fikri alt yapı çalışmasının yanında da tabi 'çıktıktan sonra nasıl bir adım atmamız lazım?' sorusuna da cevap aradım."

Parti kurma çalışmaları Erdoğan cezaevinden çıktıktan sonra daha da hız kazandı. Yılların 'Milli Görüş'üne artık "yenilikçiler" damgasını vurmaya başladı. Kamuoyu onları ilk kez 14 Mayıs 2000'deki kongrede tanıdı. Yenilikçi kanat, Erbakan'a rağmen Recai Kutan'ın karşısına, kendi adayı Abdullah Gül'ü çıkarttı. Fazilet Partisi'nin 'ak saçlılar' grubunda sıkıntı yaratan bu girişim sonunda, Gül kongreyi, 633'e karşı 521 oyla kaybetti. Ancak kongre kaybedilse de bu sayede 'yenilikçi kanat' gücünü kanıtladı. Gül'ün adaylığı, parti içindeki ilk örgütlü muhalefetti. 

1996'daki bu kongre sonrasında artık Fazilet Partisi genel merkezinin karşısında, teşkilatın yarısının desteğini arkasına almış bir Abdullah Gül vardı. Bu nedenle yenilikçilere artık "azınlık" ya da "bölücü" suçlaması getirmek de kolay olmayacaktı. Üstelik Gül, Bülent Arınç, Abdüllatif Şener gibi parti içinde etkisi olan isimlerle birlikte hareket ediyordu.

Erdoğan önderliğindeki yenilikçiler, artık "değiştik" mesajları verirken bir yandan da Fazilet Partisi, Refah Partisi'nin devamı olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi tarafından, 15 Aralık 2000 tarihinde kapatıldı. Partinin kapatılması, tarihi kopuşu da su yüzüne çıkardı. Yenilikçi kanat artık 'Milli Görüş' ve Erbakan çizgisinden ayrılıyordu. Hızla yeni bir parti kurulması için çalışmalar başladı. Bu arada Erdoğan ile benzer bir hüküm giyen Hasan Celal Güzel'in siyasi yasağı kaldırılmış, bu gelişme Erdoğan'ın siyasette önünün açılacağı yorumlarına neden olmuştu. Erdoğan cephesinden bakıldığında, Erdoğan'ın siyaset yapmasının önünde bir engel kalmamıştı. 

Bu gelişmelerin ardından birbiri ardına toplantılar başladı. Kurulacak partinin kurmayları kah Abant'ta kah Anadolu'nun bir başka köşesinde kuruluş çalışmalarına hız verdi. Bu süreçte "yenilikçiler" adına bir de "erdemliler hareketi" eklendi. Yeni kurulacak partinin yalnız 'Milli Görüş' tabanını değil, tüm Türkiye'yi kucaklaması hedefleniyordu... Yıllar boyu içinde yer aldıkları 'Milli Görüş', onlar için yenilikçiler için sıradan bir markaya dönüştü. 

"Bir defa 'Milli Görüş'çü olmak bana göre o zamanlar bu işin lideri durumunda olan Sayın Erbakan ve kurmayları bunun markasını böyle koymuş. Bir nevi bunun markası adı içeriği itibariyle bizler meydanlarda konuştuklarımızla bunu anlatmaya başladık. Yani bu bir 'nas' değil. Bugün nasıl ki sosyal demokratların kendilerine ait ileri sürdükleri tezlerin bir markası varsa 'sosyal demokrasi' gibi, öbür tarafta liberalizm gibi herhalde 'Milli Görüşü' de böyle bir yere oturtmanın gayreti içerisindeydiler. Buydu olay."

Yeni oluşum, uzun süren çalışmasına 14 Ağustos 2001'de nokta koydu. 

"Bu çalışmanın içerisinde Abdullah (Gül) bey, Abdüllatif Şener, Abdülkadir Aksu, Cemil Çiçek, Melih Gökçek, İsmail Kahraman, Altan Karapaşaoğlu, Bülent Arınç bir de Abdullah Çalışkan bey vardı. Böyle bir çalışma grubuyla bunu yürüttük. Tüzük çalışmasıyla ilgili de Hayati Yazıcı, Sadık Yakut, Mehmet Ali Şahin bey çalışma yaptılar. Daha sonra da Afyon'daki toplantıyla, 81 vilayete taşıdık. Bu hazırlıklar uzun bir sürecin neticesiydi ve bu yaptığımız hazırlıkları orada sunduk ve tartışmaya açtık... Tartışmaların hepsi kayıtlara alındı, çözümden sonra tekrar kurulan bir 10 kişilik heyetle ve 3 üç kişilik tüzük heyetiyle birlikte Bilkent'te arkadaşlarımız bir çalışmaya girdiler ve olayı nihai bir neticeye vardırdılar. o da zaten partimizin 14 Ağustos 2001'deki programı ve tüzüğü oldu".

Partinin adı "Adalet ve Kalkınma Partisi"ydi. Recep Tayyip Erdoğan, 16 Ağustos 2001'de yaptığı ilk kurucular kurulu toplantısında genel başkanlığa adaylığını koydu ve tek aday olarak 121 üyenin tümünün oyunu aldı. Genel Başkanlık koltuğunda artık Recep Tayyip Erdoğan vardı ve yenilikçiler "Milli Görüş" markasına ihtiyaç duymuyordu.

'MİLLİ GÖRÜŞ' MARKASININ YERİNİ MUHAFAZAKAR DEMOKRAT ALDI
"Şu anda bizim bu noktada AK Parti olarak böyle bir markaya ihtiyacımız yok. Biz şu anda farklı bir markanın peşindeyiz bunu oluşturmanın gayreti içindeyiz. Bu da nedir "muhafazakar demokrasi" diyoruz. Kimlik olarak bizim markamız bu, bizim kimliğimiz bu. Biz de bu kimlik içerisinde bu kimlik altında geleceğe yönelik yürüyeceğiz ve bu çalışmanın neticesinde biz de bir marka oluşturacağız siyasette. Ha 'bunun adı ne olur?' bunu zaman gösterecek ama şu anda bir muhafazakar demokrat kimlikle yürüyoruz." 

Adalet ve Kalkınma Partisi, model olarak da artık Erbakan'ı değil Turgut Özal ve Adnan Menderes'i alıyor; miting meydanlarında 1946 ruhu aranıyordu.... Erdoğan miting meydanlarında Menderes'in adını anmadan geçmiyor, onun "Yeter söz milletin" şiarı, AKP'nin miting meydanlarında "yeter karar milletin" sözleriyle yankılanıyordu. Erdoğan, çocukluk yıllarında başlayan Menderes sevgisini açık açık dile getirmeye başlamıştı. Erdoğan, babasının eve getirdiği Hayat Mecmuası'nda gördüğü idam fotoğraflarının etkisinden bugün bile kurtulamıyor.

"O günlerde rahmetli Menderes'in elleri arkasına bağlı, idam gömleğiyle onun o yürüyüş resmi vardır, fotoğrafı vardır. Hayat mecmuası çıkardı o zamanlar, o mecmuadaki resimler, ondan sonra mahkeme sefahati filan; babam onların olduğu sayıyı eve getirmişti. Ben de onları karıştırırken o tabloyu gördüm. Tabi o arada çok anlamlı, duygulu ifadeler de yer alırdı. O zaman ben tabi bunları pek anlamıyordum. Ama idama giden böyle bir insanı babamın duygulu anı, evde annemin duygulu anı yani evde bir duygu var. Bu kadar hizmet eden bir insanın idama götürülüşü olayı var."

Menderes'in idam edilmesine babasıyla birlikte gözyaşı döken Erdoğan, yıllar sonra Genel Başkanı olduğu Adalet ve Kalkınma Partisi ile 1946 ruhunu yakalamayı hedefliyordu. Recep Tayyip Erdoğan, parti kurulduktan önce de, sonra da Anadolu'yu karış karış gezdi. Hedefte artık Erbakan'ı yaşlı bulan milli görüş tabanının yanı sıra, dönemin iktidar partileri DSP, ANAP ve MHP'den umduğunu bulamayanlar da vardı, yeni yüz arayışındaki umutsuzlar da... O artık seçim meydanlarında "kimsesizlerin kimi" olarak tanıtılıyor, siyasi yasağının önündeki engelleri lehine çevirecek konuşmalar yaparak "mazlum Erdoğan" kimliğini öne çıkarıyordu...

SEÇİM ZAFERİ KONTROLLÜ BİR COŞKUYLA KUTLANDI
Erdoğan, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin Genel Başkanı olarak, seçim meydanlarının birinden, diğerine koştururken, siyasi yasağına ilişkin yargı süreci de işlemeye devam ediyordu. Erdoğan'ın, AKP'nin kurucular kurulu üyeliğinden istifa etmesi gerekiyordu. O gün geldiğinde verdiği istifa dilekçesi, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu tarafından yeterli bulunmadı. Çünkü Kanadoğlu, kurucular kurulu üyesi olamayan Erdoğan'ın bir partinin genel başkanı da olamayacağı savıyla Anayasa Mahkemesi'ne yeni bir dava açtı. Bu kez yalnız Erdoğan'ın genel başkanlığına tedbir konulması değil AKP'nin kapatılması da gündemdeydi... Erdoğan, 2002 genel seçimlerine bu gerçeklerin ışığında girdi ve Türkiye için tarihi bir gün olan 3 Kasım gelip çattı... 

3 Kasım'da seçmen, yıllardır Türkiye'nin kaderini belirleyen siyasi partileri tasfiye etmekle kalmadı, AKP'yi tek başına iktidara CHP'yi de yine tek başına muhalefete taşıdı. Seçmen yalnız iki partiye geçit verdi. Yerli ve yabancı medyanın gözü kulağı Ankara'da AKP Genel Merkezi'ne, İstanbul'da da AKP İl Merkezi'ne odaklanmıştı. Recep Tayyip Erdoğan, seçimin galibi olduğunun anlaşılması üzerine basın mensuplarının karşısına geçtiğinde de nefesler tutuldu. Ancak Erdoğan'ın ağzından, önce Avrupa Birliği ve IMF'ye ilişkin kafalarda oluşan soruları gidermeyi amaçlayan sözler döküldü, ardından kendisine oy vermeyen seçmenin tedirginliğini. Yüzde 34.1'lik seçim zaferini kontrollü bir coşkuyla kutlayan Erdoğan'ın da söylediği gibi, "Türkiye yeni bir döneme giriyor".

0 yorum:

Yorum Gönder